RSS

Aylık arşivler: Mart 2011

HATTAT MEHMED ESAD YESÂRİ

İstanbul’da, sağ tarafı inmeli olarak dünyaya geldi. Sağ eli, hiç tutmaz haldeydi. Bu yüzden yazıyı sol eliyle yazmaya çalışırdı. «Solak» mânâsına gelen «Yesâri» lakabını bu sebeple aldı.

Babası, Şeyhülislâmlık danışmanlarındandı. Oğlunu, meşhur hat ustası Şeyhülislâm Veliyüddin Efendiye götürdü. O ise, çocuğun felçli haline bakarak «bu işi yapamaz» diye reddetti.

Bunun üzerine baba-oğul, başka bir kapıyı çaldı. Bu usta, Seyid Mehmet Dedezâde idi. Derviş tabiatlı hattat; kimseyi kırmak, incitmek istemezdi. Çocuğun haline bak-tı. Güzel yazı yazabileceğine aklı yatmadı. Ancak boş çevirmek de istemedi. Hat çalışması için meşk verdi. «Buna benzet de, bana getir!» dedi.

Çocuk, iki ay uğraştı. Sonra hocasına bir takım yazılar getirdi. Bunlar, Dedezâde’ninkilerin aynı gibiydi. Ünlü hoca, çocuğun kopya çektiğini zannetti. Bir kere de gözü önünde yazdırdı. Titrek ellerin, aynı sanatı ortaya koyduğunu gördü. Bu gerçek karşısında şaşırıp kaldı. «Bu, sana Allah vergisi bir kabiliyet!» diyebildi.

Yesârî, kısa zamanda başarıya ulaştı, İcazet alma zamanı geldi. Komisyonda Veliyüddin Efendi de vardı. Bu genç hattatın yazılarını görünce hayran kaldı. Onu reddettiğini hatırladı. Gözlerinden yaşlar boşandı. «Bu çocuğun hocası olma şerefine erecektim. Bilemedim.» diye hayıf-landı. Sonraları da onun halini ve sanatını «Cenâb-ı Hak bu zâtı, bizim kibirli burnumuzu kırmak için göndermiş..» sözleriyle takdir ederdi.

Yesârî, «Yesârîzâde» diye anılan oğlu Mustafa İzzet Efendi‘den Başka bir çok hat ustası yetiştirim. Çok güzel eserler bıraktı. Vefatında Fatih’e defnedildi.

www.sanatokulu.com

 
Yorum yapın

Yazan: 27/03/2011 in Diğer, Gündem, Genel, Tarih

 

Etiketler: , , , , , ,

Tarihte ve günümüzde fizan ve libya

Biz ıraklığı, uzaklığı ifade eden “Fizan” kelimesini, genellikle coğrafi olarak nereyi tarif ettiğini bilmeden kullanırız. Gerçekte de Fizan, dünyanın en ırak, ulaşılması en güç ve en izole yerlerinden biridir. Hatta dilimizde “Fizan’a kadar yolun var!” sözü hala yaygın olarak kullanılmaktadır. Sürgün denince akla Fizan veya Yemen gelir. Bu kelimeler söylenince de sürgün…

Osmanlı döneminde, kervanlarla Fizan’a Trablusgarp’tan en az 30 günde ulaşılabiliyordu. Fizan’ı anlamak için öncelikle Libya’yı ve çölü iyi bilmek gerekiyor. Bu iki kelimenin birbiri içine geçmiş olduğunu ancak bu bölgeye gidince anlayabiliyorsunuz. Neyse ki biz sürgün olarak değil, gezmek için gidiyoruz Fizan’a. Aslında Fizan, Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp eyaletine bağlı bir sancak merkeziydi.

Bugün Libya’nın güneybatısında bir eyalet olan Fizan’a Araplar da Fezzan diyorlar. 1551’de Osmanlı topraklarına katılan bu yer, 1911’de Italyanların Trablusgarp’ı işgali sonrasında onların eline geçti (1912). 1943’ten sonra ise bölgede Ingiliz-Fransız hâkimiyeti basladı. Birleşmiş Milletler, 1949’da Libya Krallığı’nı ilan etmesi ile Senusi tarikatının Ingiliz yanlısı önderi Sidi Muhammed Idrisi 1950’de kral seçildi. Muammer Kaddafi öncülüğündeki Özgür Subaylar Hareketi 1969’da darbeyle bu krallığa son vererek cumhuriyeti ilan etti.

Libya, Türkiye’nin iki misliden fazla yüzölçümüne (1 milyon 757 bin km²) sahip bir ülke. Başkent Trablus’tan sonra ikinci önemli şehri Bingazi. Yaklaşık 6,5 milyonluk ülke nüfusunun çok büyük kısmını Arap ve Berberiler teşkil etmekte. Halkın büyük bir kısmı, uzunluğu yaklaşık 2000 km’yi bulan Akdeniz sahili boyunca dağılış gösteriyor. Sahil boyunca Akdeniz iklimi görülürken, ülkenin iç kısımlarında oldukça sıcak ve kurak bir iklim görülmektedir.

Bu büyük ülkenin ancak %2’si tarıma uygun durumda. Başkent Trablus’ta oldukça fazla Türk eseri görmek mümkün. Özellikle eski şehrin olduğu kısımda Türk eserleri canlılığını hala koruyor. Turgut Reis Türbesi, Türk İlköğretim Okulu ile Kapalı Türk Çarşısı, pek çok camii ve kale, eskinin izlerini taşıyor. Bunlar arasında en etkileyici olanı kuşkusuz Turgut Reis Türbesi. Osmanlının o muhteşem komutanının türbesi ne yazık ki kötü bir görüntü sergiliyor. Mezarın üzeri büyük bir Türk bayrağı ile kaplanmış. Ancak bayrağın üzeri, dökülen boya ve sıva parçalarıyla kaplı. Bir zamanların o kudretli devletinin kudretli komutanının türbesinin bu kötü hali, gören herkesi derinden etkiliyor.

Özellikle Trablus’ta Osmanlıdan kalma pek çok Türk aile yaşıyor. Bunlar hala dedelerinin soyadlarını kullanıyorlar ve görünüşlerinden de kolayca Türk oldukları anlaşılabiliyor. Sebha, ülkenin çöl bölgesinde yer alan yaklaşık yüz bin nüfusa sahip bir şehir. Fizan eyaletinin başşehri. Insan, çölde nasıl yaşanabildiğini ancak burada anlayabiliyor. Sebha, Trablus’tan otobüs ile yaklaşık dokuz, uçak ile bir saat uzaklıkta yer alıyor. Şehrin girişinde, küçük bir tepe üzerinde Osmanlı kalesi bulunuyor. Halen askeri bölge olan kaleye gidemiyor ve uzaktan bakmakla yetiniyoruz.

Şehrin kenarlarında hayvan yemi yetiştirilen küçük yeşil tarlalar mevcut. Yoncaya benzer bitkiler, hayvancılıkta yem olarak kullanılmak amacıyla, modern sulama yöntemleriyle yetiştiriliyor. Ancak ilginç bir durum, hemen dikkatimizi çekiyor. Tarlaların etrafı yaklaşık 2 metre boyunda hurma dalları veya bölgede yetişen diğer bitkilerin kuru dallarıyla sıkıca kuşatılmış. Rehberimiz bunların tarlaları çöl fırtınaları esnasındaki kumlardan korumak amacıyla yapılmış çitler olduğunu söylüyor.

Bölgenin önemli gelir kaynaklarından biri hurma yetiştiriciliği. Şehrin kenarlarında hurma bahçelerine sıkça rastlanıyor. Gerçekten Libya hurmaları oldukça lezzetli. Bölgede oldukça zengin petrol yatakları mevcut. Öyle ki, bazı yerlerde yaklaşık üç yüz elli metre derinlikten petrol çıkartılabiliyor. Petrolden vergi alınmadığı için, petrol ürünleri burada çok ucuz: Hemen hemen bizdekinin 15’te biri kadar fiyata benzin alabiliyorsunuz.

Gabar Oun adı verilen tuzlu vaha göllerinin bulunduğu turistik bölgeye ancak 4X4 arazi araçlarıyla gidebiliyoruz. Sebha’dan yaklaşık olarak iki saat süren bir yolculuktan sonra vadiye ulaşıyorsunuz. Çöl, kum ve vadi… Hepsini burada bir arada bulabiliyorsunuz.

İncecik, yumuşacık kumlar arasında tuzlu küçük bir göl. Etrafında hurma ağaçları ve eski bir köy. Ancak filmlerde görebileceğiniz bu manzaranın tam ortasında bulunmak, insana çocuksu bir heyecan veriyor. Değişik satıcılar ve küçük lokantalar mevcut burada. Sadece Libyalı değil Çad ve çevre ülkelerden satıcılar da buluyor. İsteyen yüzerken, isteyen de kum sörfü yapıyor bu vadide. İlk defa bir Toğereği de burada görüyorum. Çölü yaşamak isteyenler için, susuzluk, sıcak ve yorgunluğuna rağmen görülmesi gereken bir yer burası.

fizan.net

 
Yorum yapın

Yazan: 27/03/2011 in Diğer, Gündem, Genel, Tarih

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

CENNET VATAN

Maliye eski memurlarından Trabzonlu Ragıb Efendi’nin hâtıratından:

Bir tarihte Fizan muhasebeciliğinden ayrılarak Trablusgarb‘a geliyordum. Yolda sıtmaya tutuldum. Bir gün, çölün ortasında, kızgın kumlar içinde çadır kurdurup bitab bir halde yattım. Bir aralık deveci, yanıma gelip yatağımın baş ucuna oturdu. Hatırımı sordu. Dedim ki:

– Bir taraftan hastalığın ateşi, bir taraftan güneşin, kumların harareti vücudumu cayır cayır yakıyor. Çölün bir gökyüzü, bir kumdan ibaret manzarası da canımı pek fena sıkıyor! Ah, sen bir kere bizim memleketi görsen! O iki tarafı ağaçlı yollar, o zümrüt gibi dağlar, ovalar, ormanlar! O türlü türlü yemiş ağaçlarıyla, sebzelerle dolu bağlar, bostanlar! İki adımda bir buz gibi soğuk, şerbet gibi tatlı akarsular; her taraftan misk gibi çiçek kokuları getiren rüzgar ise adeta insana hayat verir!…

Adam sözüme inanamayıp dedi ki:
– Hey efendi! Galiba rüya görüyorsun. O senin dediklerin dünyada değil, Cennet’te olacak şey!…

fizan.net

 
Yorum yapın

Yazan: 27/03/2011 in Diğer, Tarih

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

ANCAK KADAVRAMIZ PAYLAŞILIR

Sultan Abdülhamid Hân (rh.), 1896’da görüşme talebinde bulunan Siyonizmin kurucusu Dr. Thedor Herzl’e, kendisinin de ajanı olan New-linsky vâsıtasıyla şunları söyler:

“Mösye Herzl sizin arkadaşınız olduğuna göre, benim de dostum demektir; kendisine bu meselede artık hiç bir teşebbüste bulunmamasını öğütleyiniz. Benim bir karış toprak vermem bahismevzuu olamaz.

Zira istenen toprak bana ait değildir. O milletime aittir. Bu devleti kuran ve kanıyla besleyen milletime… Herhangi birisine vermek veya bizden koparılmasına râzı olmaktansa, yeniden kanımızla yıkamayı tercih ederiz.

“Benim, Suriye ve Filistin’den gelen iki alayım Plevne’de son neferine kadar şehid oldular. Türk İmparatorluk toprakları bana değil, Türk Milleti’ne aittir. Bu imparatorluğun hiç bir parçasını hiç bir kimseye veremem. Yahûdiler şimdilik milyarlarını biriktirsinler. Kimbilir, birgün bu imparatorluk paylaşılırsa onlar da istediklerini belki de bir şey ödemeden elde edebilirler. Fakat ancak kadavramız paylaşılır, canlı vücuttan parça koparılmasına müsaade etmem.”

Bu sözler karşısında Herzl’in hâtıralarına kaydettiği satırlar çok dikkat çekicidir.:

“Sultan Abdülhamid’in gerçek bir devlet adamı büyüklüğünü aksettiren bu sözleri, her ne kadar o an için bütün ümitlerimi söndürse de, bana çok tesir etti ve heyecanlandırdı. Ölümü ve paylaşılmayı kabul eden bu kadercilikte trajik bir güzellik vardı ve madalyonun öteki yüzünde ise, son nefese kadar mücâdele irâdesini gösteriyordu.”

Herzl, o kadar irâdeye hayrandır ki, yine hatıralarında, “…şimdi hayat bir irâdedir fikrindeyim” der.

Aslında Sultan Abdülhamid’de “kadercilik”olarak gördüğü şey irâdenin iflâsı değildir…

Kaderciliğin her şeye rağmen, netice ne olursa olsun, gerekenin yapılması tarzında tecellî eden şeklidir ki, bu ancak inanmış irâdelerin harcıdır.

Herzl, bunu anlamadan Sultan’ın irâdesini takdir etmektedir.

(Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl’in Hâtıraları ve Sultan Abdülhamid, s. 14-15)

fizan.net

 
Yorum yapın

Yazan: 27/03/2011 in Anasayfa, Diğer, Genel, Tarih

 

Etiketler: ,

Hürrem Sultan Hikayesini kim uydurdu?

Hürrem Sultan, Osmanlının mihenk taşı, her kim ki hürrem sultan aleyhinde konuşuyorsa ya cahildir ya da osmanlı düşmanıdır.

Madem siz böyle diyorsunuz, Hürrem Sultan hakkında bu kadar uydurulan hikayeler nereden geliyor diye sorgulayanlar olabilir.

Evet birileri oturup tarih adına masa başında belgesiz yüzlerce iddialarda bulundular. Kendi çaplarınca seneryolar yazdılar. Türk kamuoyunda hürrem sultan saltanatı diyerek ilk iftira kampayanasına başlatan isim Ahmet Refik Altınay..

1881 beşiktaş doğumlu olan refik altınay, 1937 yılında 56 yaşında iken öldü.

116 civarında kitap yazmıştır. Tarih kurumlarında başkanlık yapmış, öğretmenlik yapmış ve asker kökenlidir. Yazdığı tarihle alakalı çalışmaları sonraki baskılarda değiştirmesi ile meşhurdur.

Ve ne yazık ki bugün beyinlere işlemiş olan hürrem sultan hakkındaki iftiraların kaynağı da Ahmet Refik Altınay. Kadınlar Saltanatı diye kitabı vardır. Sultan ikinci abdulhamid han’a suikast yapan ermenileri kahraman olarak görecek kadar milletine düşman bir kişidir..

 
Yorum yapın

Yazan: 26/03/2011 in Anasayfa, Diğer, Genel, Tarih

 

Etiketler: , , , ,

Pargalı ibrahim neden yakalanılıyor

Padişah pargalının odasında gördüğü mektup ile küplere biniyor..

Mektupta “kadere isyan” sözcüğü geçiyor..

Padişah derhal huzuruna yakalanıp getirilmesini istiyor

burada

-> Aşkını anlamış olabilir, onu sorgulayabilir
-> Kadere isyan sözcüğünden dolayı sorgulanabilir
-> Piri mehmet paşa ile sadrıazamlık (başbakan) konuştu bu mevzu dile gelebilir

hurrem.net

 
Yorum yapın

Yazan: 24/03/2011 in Diğer, Gündem, Tarih

 

Etiketler: , , , , ,

Pargalı ibrahim paşa neden idam edildi

Muhteşem Süleyman, adı süleyman dönemi de muhteşem olunca onu sahiplenmek isteyen çok olacaktır..

Henüz atalarının midelerinde vitamin bile olamamış ideoloji ve gruplar bile pargalıyı bir şekilde kendileri ile özdeştirmeye kalkışabilecektir..

Kalkışmaktalar da..

Pargalı ibrahimin idamı ve idamına gelen süreçte en çok konuşulan mevzulardan birisidir.

İddialar:

1. grup; Hürrem Sultan‘ı entrikacı olarak gören sınıf hürrem sultan ile bağdaştırıp, pargalının ayağını hürrem sultan kaydırdı deyip bunu destekleyici iddialar ve delilleri toplamakla meşguller

2. grup; Avrupa menşei gizli güçlerle bütünleştiren kesim var. Pargalının aynı menşei tarafından yetiştirilip osmanlıya yerleştirildiğini düşünmekteler ve bunu destekleyici seneryolar oluşturma derdindeler

3. grup; Pargalının inanç olarak zayıfladığı ve itikadi anlamda sapkınlıklar yaşadığını düşünmekte. Bunun için döneminden deliller getirtmekte..

Ağırlıklı olarak bu üç grup arasında gelgitler yaşanmakta. Eğer sebatay sevi pargalıdan önce gelmiş olsa idi dördüncü bir grup daha ortaya çıkacak ve pargalı ibrahimin gizli sebataist olduğunu ve bu yüzden idam edildiğini iddia edecekti.. Ne yapalım tarihler uyuşmuyor. Onlar da şanslarına küssünler.

Güneşin doğduğu yerde karanlığın hükmü yoktur. Kanuni Sultan Süleyman dönemi bir güneş ise yukarıdaki 3 ayrı karanlığında varlığı imkansızdır.

Batılı elçiler yazmış olabilir. Ya da tarihi bazı vesikalar sanki yukarıdaki iddialardan birilerini haklı çıkarıyor gibi gösteriyor olabilir. Onlar sadece ustaca oynanmış illisyondan ibaret tarihi aldatmacan ibaret..

Güneşin gökyüzüne en aydınlattığı dönem ve her taraf pırıl pırıl. Sanki osmanlı o güne kadar kimseyi idam ettirmemiş. Sanki osmanlıda hiç böyle hadiseler yaşanmamış ilk ve son defa yaşanıyormuş gibi atılıp tutuluyor..

Genç yaşta hızla yükselmesin belli bir yetki ve güce ulaşmış olması hatta padişaha damat olması vs. vs.

Bunların hiç biri o dönemin karanlık avrupasından planlanabilecek kadar ustaca ve hatasız plan olamıyacağı gibi tamamen tesadüf eseri de değildir. Azim çaba gayret ve en önemlisi bir firaset örneğidir.

Kendi öz evladını bile devletin bekası için feda eden bir lider damatını mı afedecek sanıyorsunuz. İdam şekli vs bakılırsa sadece devletin bekası ve teb’anın sadakatının tesisi için verilmiş bir karar şekli olduğunu ortaya koymaktadır..

Binlerce pargalı ibrahim bulunabilir ancak toplumun sadakatı bağlılığı bir kere kırılırsa o devletin ayakta durması imkansızdır.

Yukarıdaki üç maddede yer alan özellikle ikinci ve üçüncü nedende geçen nedenler pargalıda olmasada bu karakterdeki kişilerin çıkardığı fitne ve fesat bir devlet adamını başından etmiştir..

Yani münafıklar. İmparatorluk içinde üstdüzeyde belli bir güce sahip olamayan, maddi menfaat içinde olan ya da dış devletlerin güdümündeki kişilerce yayılmaya çalışılan fitne fesat ve asılsız iddialarla toplumda sarayın itibarını zedeleme ve gizli bir itaatsizliği doğurma mücadelesinin ürünüdür.

Yani:

1. Pargalı inanç olarak bir sapkınlık içinde olmasada gerçekte inanç olarak sapkın ve münafık kişilerce devlete olan güveni zedelemek için çıkarılmış dedikodular

2. Pargalı’nın devletine olan sadakatinden şüphe olmamasına rağmen farklı güçlere hizmet eden toplum içindeki casuslarca çıkartılmış yalan haber ve fesat

Bu iki fitne yuvası toplumun devletine olan sadakatini zedeleyecek noktaya geldiği için verilen bir idam kararı..

Bugünkü tabiri ile Pargalı İbrahim Paşa asırlarca sürecek ve osmanlının çok kısa zamanda büyük güç kaybetmesine neden olacak HALK İSYAN’larının fitillenmesinin önünü kesmek için feda edilmiş kurbandır..

Devlete kimi malı ile kimi ile hizmet eder, bazen ölümler bile o devlete yapılmış en büyük hizmettir!

hurrem.net

 

 
Yorum yapın

Yazan: 20/03/2011 in Gündem, Tarih

 

Etiketler: , , , , , , , ,

Viktorya’nın adına valide sultan SADIKA koydu

Viktorya’nın adına valide sultan SADIKA koydu

Viktorya adı ile 9. bölümde muhteşem yüzyıl dizisine girmişti. Matrakçı nasuh bulmuş ve hareme hızlıca girip yangın çıkarmıştı..

 

 

 
Yorum yapın

Yazan: 16/03/2011 in Tarih

 

Etiketler: , , , , , , ,

MÜSLÜMAN UYANIK OLMALI

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Müslüman, bir delikten İki defa ısırılmaz.” buyurarak uyanık, İhtiyatlı olan mü’min-lere lâyık olan hâl ve hareketin nasıl olması gerektiğini göstermektedir.

Bir mü’min gafletle bir hatâya düşebilir, bir defa atanabilir. Fakat âkıbetini görünce uyanır, artık tekrar bu hatâya düşmez. Bir hayvanın deliğine elini sokup zehirlenen kimse artık o deliğe bir daha elini uzatır mı?

Ahlâksız kimselerin kötü telkinâtı ise bu maddî zehirden kat kat daha tehlikelidir. Çünkü bu, manevî hayatı, ebedî selâmet ve saâdeti mahveder.

Malûmdur ki öteden beri Müslümanları yanlış bir yola sevk etmek için binlerce hîleler ile hareket eden birçok kimseler bulunmuştur. Bunlar birtakım zararlı şeyleri yaldızlı bir sûrette göstermeye çalışmış, Müslümanların ahlâkını bozmağa gayret etmişlerdir.

Fakat her aklı başında, güzel düşünceli, dînine bağlı Müslüman’a lâzım olan ise bu gibi iğfâlâta kapılmamaktır. Şâyet bir kere aldanmış ise hemen ayılıp tevbe ve istiğfâr etmeli, dostunu ve düşmanını tanımalıdır.

Mizâna vur görüştüğün ihvânî ibtidâî Rehber zannettiğin rehzen olmasın.

(Arkadaşlık edeceğin kişilerin arkadaşlıklarını önceden tart ki, rehber zannettiğin, sonradan yol kesen olmasın.)

www.nasihat.org

 

 
Yorum yapın

Yazan: 15/03/2011 in Diğer

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

İTİMAT DEDE NAM-I DİĞER ARAP DEDE

Sizlere Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin kurulduğu topraklardan Domaniç’ten bir hikâye nakledeceğim. Domaniç ki Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin kurucusu Osman Bey’in salıncağının sallandığı Hayme Anamızın medfun bulunduğu bir mekândır. Bu şirin ilçemizde bu ve buna benzer pek çok hikâyeler mutlaka vardır. Ancak bu nakledeceğim hikâye yakın tarihimizde yaşanmış ibret verici bir hikâyedir.

Domaniç’in bir yayla köyünde yaşamış dedemiz. Uzun yıllar Arap çöllerinde Askerlik yaptığından esmerleşen teni sebebiyle kendisine köyünde “Arap Dede” diye anılmakta. Ayrıca kendi ağzından anlattığı hikâyesi sebebiyle de “İtimat Dede” denilmektedir. Askerliğini Teşkilat-ı Mahsusa da yapmış tam 22 sene Arap çöllerinde ve Yemende kalmış. Nihayet devletimizin 1918 de Ricat (Geri Çekilme) kararı üzerine Memleketine dönerken;

Yolda daha önce göğüs göğse muharebe yaşanmış bir bölgeden geçerken muharebe sonucu yaralı ve vefat etmiş askerlerin arasından geçerken bir yaralı onu görüyor ve Türkçe:

– Ne olur bir yudum su diye inliyor.

Bunun üzerine atından inip o yaralıya matarası ile su verirken yaralı kişinin bir eliyle su matarasını alırken diğer elinde saklı tuttuğu taşla dedemizin kafasına vuruyor. Ve dedemiz kafasına aldığı bu darbeyle yere düşüyor. O yerde kanlar içinde kendini toparlamaya çalışırken diğeri onun atına biniyor silahını, heybesini her şeyini alıp gitmeye hazırlanıyor. Bu sırada Arap dede kendine geliyor

– Dur diyor… Atının üzerindeki şahsa Ve şunları söylüyor.

– Benden su istedin mataramdaki suyu sana içirdim Helâl Olsun

– Başıma vurdun kanımı akıttın o kanım da sana Helâl Olsun

– Atımı, Silahımı, Heybemi, ve içindekileri de alıp gidiyorsun onlarda sana Helâl Olsun Ancak

– İTİMADIMI ÇALDIN işte o sana haram olsun.

Bu hadiseden sonra İtimat dedenin Domaniç’e köyüne kadar nasıl geldiğini ne kendisi ne de bir başkası bilmiyor. Bu hadiseyi köyündekilere anlattığında Domaniç’te ve köyünde kendisine İTİMAT DEDE diyorlar.

İşte o tarihte böyle bir İtimat hırsızı ile karşılaşma ihtimali küçük bir ihtimalken günümüzde her köşe başında İTİMAT ve İTİKAT hırsızları bulunmaktadır. İTİMADIMIZI çalabilecekleri gibi İTİKATIMIZI da çalabiliyorlar Hafazanallah.

www.nasihat.org

 
Yorum yapın

Yazan: 15/03/2011 in Tarih

 

Etiketler: , , , , ,

Kanuni Sultan Süleymanın hayatı

Osmanlı Sultanlarının onuncusu ve islam halifelerinin yetmişbeşincisi. 1509´da Kefe sancakbeyliğine gönderilinceye kadar babasını yanında kalmış ve bu müddet içinde iyi bir öğrenim ve eğitim görmüştür. Babası Yavuz Sultan Selim´in 1514 İran ve 1516 Mısır seferleri sırasında Rumeli´nin muhafazasıyla görevlendirildi ve Edirne´de oturdu. Babasını vefatı ile de 30 Eylül 1520 tarihinde 26 yaşında iken Osmanlı tahtına çıktı.

Kanuni Sultan Süleyman, Belgrad´ın fethi(1521) ile Orta Avrupa´nın, şovalyelerin üssü olan Rodos´un zaptı (1522) ile de Akdeniz hakimiyetinin kapılarını devletine açtı. 1526´da yüzbin kişilik ordusu ve 300 kadar top ile Mohaç ovasında Macar ordusuyla karşılaştı.

Bu durumda sancaklarını açıp ellerini semaya doğru kaldıran Sultan; “Ya Rabbi! Senin kudret ve himayeni diliyor, hazreti Muhammed´in ümmetine yardımını niyaz ediyorum.” diye yalvardı. Tarihin bu en büyük meydan savaşında düşman ordusunu yok eden Kanuni, 20 Eylül´de Macaristan´ın başşehri Budin´e girdi.1529 da Viyana muhasara edildi ise de, kuşatma vasıtalarının getirilmemesi ve kış mevsiminin yaklaşması üzerine neticesiz kaldı. 1532´de Alman seferine çıkan Kanuni, Viyana´yı arkada bırakarak Gratz, Marburg, Gunss ve daha bir çok Alman şehirlerini zaptetti. Yedi ay Avrupa içlerin- de dolaştığı halde imparator karşısına çıkmağa cesaret edemeyince geri döndü.

1534´de Safeviler üzerine sefere çıkan sultan, Bağdat ve Basra´yı zaptetti. Bağdad´da evliya kabirlerini ve Kerbela´ da hazret-i Ali ve hazreti Hüseyin´in makamlarını ziyaret eden Kanuni, Abdülkadir-i Geylan´i hazretlerinin kabrine türbe ve yanına imaret yaptırdı. Fetih hareketlerine devam eden Kanuni, 1535´de Tebriz´i zaptetti. 1537´de İtalya seferine çıkarak, Otranto´ya kadar ilerledi.

Karalarda cihan hakimiyetini eline geçiren Kanuni Sultan Süleyman, Barbaros Hayreddin Paşa vasıtasıyla denizlerde de Osmanlı Devleti´nin gücünü gösteriyordu.Nitekim bu büyük deniz komutanı haçlı donanmasını 27 Eylül 1538´de Preveze´de imha ederek, müstesna bir zaferle Akdenizde tam bir Türk hakimiyeti kurdu. Kanuni süveyş´te kurduğu donanma ile de Kızıldeniz´i ve Arabistan sahillerini emniyet altına aldı ve Avrupalıları Hindistan sahillerinden uzaklaştırmaya başladı.

Bu fetihleri; 1543´de Estergon,Nis ve İstolni-Belgrad, 1551´de Trablusgarb´ın zaptı ve 1553´de Nahcıvan seferi takib etti. İhtiyar ve hasta bir halde iken 1566´da yine cihada çıkan bu büyük Türk sultanı, Sigetvar kalesinin zaptı sırasında top sesleri arasında 72 yaşında iken vefat etti. Naşı Süleymaniye´deki türbesine defn edilmiştir.

Türklerin kendisine Kanuni ve Gazi, Avrupalıların ise “Muhteşem” dedikleri Süleyman Han, babasından devraldığı 6.557.000 km2 Osmanlı toprağını, yaptığı fetihlerle 14.893.000 km2 ye ulaştırdı. Bulunduğu yüzyıl, dünya tarihine Türk asrı olarak geçti. Bu asırda her sahada dahi devlet ve ilim adamları yetişti. Nitekim Sadrazamı İbrahim Paşa, Lütfi Paşa, Sokullu Mehmed Paşa; Şeyhülislamı Kemalpaşazade, Ebüssü´ud Efendi, şairi Baki, Fuzuli; san´atkarı Mimar Sinan; Kaptan-ı deryası Barbaros Hayreddin Paşa olan bir devletin padişahı Kanuni olurdu.

Sultan Süleyman Han´ın asıl adından daha fazla bilinip, şöhreti olan Kanuni ünvanı, önceki Osmanlı kanunnamelerini ve devri icabı lüzumlu hükümleri Kanunname-i Al-i Osman adı altında, islam hukuku esasları dahilinde toplattırıp tanzim ettirme- sinden ileri gelmektedir. Kanuni hareket ve sözleri güzel, aklı kamil, nezaketli, irfan sahibi, sözleri tatlı, alim, hakim ve şairlere dost, bütün maddi-manevi iyilikleri şahsında toplamış emsalsiz bir padişahtı.

Pek çok hayrat ve iyilikleri olan Kanuni, imar faaliyetleriyle de uğraştı. Memleketin hemen heryerinde camiler, mescid- ler, medreseler, hamamlar ve çeşmeler inşa ettirdi. Mimar Sinan´ın yaptığı Süleymaniye Camii de bu devirde Türk azameti devrinin tacını teşkil etmiştir.Koca Mimar Sinan büyük Hakan´a; “Padişahım sana öyle bir cami inşa ettimki, kıyamete değin ayakta duracak bir metanete sahiptir.” diyerek bu eserini takdim etmiştir.

Pek çok özellikleri yanında büyük bir şair olan Kanuni Sultan Süleyman´ın hastalığında yazdığı şu beyti yüzyıllardır dillerde söylenmektedir.

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

tarihsayfasi.com

 
 

Etiketler: , , , ,

DÎN NASİHATTİR

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ‘Din nasihattir.’ buyurdular.

“Kim için nasihat?” diye soruldu;

“Allâhü Teâlâ ve kitabı ve resûlü ve Müslümanların imamları ve bütün Müslümanlar için…” buyurdular.

Nasihat; öğüt vermek, ihlâs, hayırlı işlere davet, hayırsızlardan nehiy gibi mânâlara gelir.

Din nasihattir demek; dinin direği ve kıvâmı nasihattir demektir.

Allâh için nasihat: Varlığına ve şeriki olmadığına inanmak, sıfatlarında küfre sapmamak, Allâh’ı bütün kemâl ve celâl sıfatları ile vasıflanmak, bütün noksan sıfatlarından tenzih eylemek; ona itâat etmek; Allah için sevmek, Allah için buğ-zetmek, ona itaat edenlere yardım etmek, nimetlerini i’tiraf ile şükürde bulunmak, her işinde ihlâs ve samimiyet göstermek, bütün bu sayılan vasıflara teşvik eylemek.

Allah’ın kitabı için nasihat: Onun Allah kelâmı olduğuna, kul sözlerine benzemediğine, insanların aslâ onun mislini getiremeyeceğine imân etmek, ona tazimde bulunmak, tecvid ve adâbına riâyet ederek huşu’ ile okumak, düşmanların tahrifine ve ona dil uzatanlara karşı müdâfaada bulunmak, Kur’ân-ı Kerîm’de beyân buyuruları her şeye inanarak tasdik etmek, hükümlerini öğrenmek, nasihatlerinden ibret almak, muhkem âyetieriyie amel, müteşâbih olanlarını tasdik etmek, Kur’ân ilimlerini yaymakla olur.

Resûlüllâh için (s.a.v.) nasihat: Onun peygamberliğini tasdik ile getirdiği şeylerin hepsine imân etmek, emir ye nehiylerinde ona itaat etmek, ona ta’zimde bulunmak, sünnetini ihyâ etmek, onun vârisi olan âlimlere hürmet ve ta’zimde bulunmak, Peygamber (s.a.v.)’in ahlâkîle ahlâklanmak, ehl-i beytini ve ashâbını sevmek, düşmanlarını sevmemek, ashabına dil uzatanlardan ve bid’atçılardan uzak durmak gibi şeylerdir.

Müslümanların imâmları için nasihat: Onlara itaat ve yardım etmek, isyân etmemek, aldatmamak ve hayır duâda bulunmak, rivâyet ettiklerini kabul etmek, ahkâm husûsunda onlara tâbi’ olmak ve kendilerine hüsn-i zanda bulunmaktır.

Bütün Müslümanlar; Müslüman ahâlidir. Bunlara nasihat, din ve dünyâlarına faydalı olan şeyleri kendilerine öğretmek, kusurlarını görmezden gelmek, onlara ezâ etmemek, yardımlarına koşmak, zararlarını gidermek, iyiliği emir; kötülüğü nehyetmek, büyüklerine hürmet, küçüklerine şefkatte bulunmak, aldatmamak, hased etmemek, kendisi için dilediğini onlar için de dilemek gibi şeylerdir.

nasihat.org

 

 
Yorum yapın

Yazan: 14/03/2011 in Genel

 

Etiketler: , , ,

Zikir Hakkında Hikaye

İbrahim Havvas Hazretleri buyurdular: Ben helâl yoldan kazanmak, maişetimi sağlayıp, helâl lokma yemek istedim. Bunun için de balık avladım. Bir gün ağıma bir balık düştü. Onu çıkarttım. Ağı yine suya bıraktım. Bir tane daha düştü. Sonra yine işe devam ettim. Bir daha ağı suya bıraktım. O zaman gaib’ten bir ses işittim:

Sen Allah’ı zikredenleri öldürmekten başka bir maişet (geçim yolu) bulamadın mı?” diyordu. Ben ağı kırdım. Balık avlama işini terkettim. Kuşeyrinin Risalesinde de böyledir.

temizhikayeler.com

 

 
Yorum yapın

Yazan: 14/03/2011 in Anasayfa, Diğer, Gündem, Genel

 

Etiketler: , , , , ,

miftahul kulüb kitabını nereden bulabilirim

miftahul kulüb kitabını nereden bulabilirim

 

Miftahul Kulüb tasavvuf alanında yazılmış en güzel eserlerden biridir..

Molla Cami Kitaplığından e kitap olarak okuyabilirsiniz

 

http://kitap.mollacami.com/miftahulkuluub/index.html

 
Yorum yapın

Yazan: 14/03/2011 in Anasayfa, Diğer, Gündem, Genel

 

Etiketler: , , , ,

TESBİH NAMAZININ FAZİLET VE EHEMMİYETİ

Tesbih namazı; tevbenin, istiğfârın en büyüğü ve bütün vücutla yapılanıdır. Sünen sahipleri Hz. İkrime’den, o da İbn-i Abbas (r.a.)’tan rivâyet etmişlerdir ki; Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz muhterem amcaları Hz. Abbas (r.a.)’a şöyle buyurmuşlardır:

“Ey amca, sana on haslet haber vermekle ikrâm etmiş olayım ki, onu işlediğin vakit günahının evveli ve âhiri, yenisi ve eskisi, hatâen ve kasten yapılanı, küçüğü ve büyüğü, gizlisi ve âşikâr olanı mağfiret edilmiş olsun…

“Dört rek’at namaz kılarsın; her rek’atte Sûre-i Fâtiha’yı ve diğer bir sûreyi okursun. Fâtiha okumadan evvel on beş kere, ‘Sübhânallâhi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber. Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azıym’ dersin. Zamm-ı sûreden sonra dahî on kere ‘Sübhânallâhi velhamdülillâhi…’ deyip rükûa varırsın.

“Rükûda olduğun halde on kere, rükûdan doğrulduktan sonra on kere, secdeye vardığında on kere, iki secde arasında on kere, ikinci secdede dahî onları on kere okursun; tamamı her rek’at için yetmişbeş’tir. Bunu rek’atlerin dördünde dahî yaparsın. (Dört rek’atin tesbihlerinin tamamı üçyüzdür.)”

Dört rek’atin ‘Sübhâne rabbiyel azıym ve sübhâne rabbiyel â’lâ…’ tesbihleri, bundan ayrı olarak önce okunur.

(Muhtasar İlmihal, Fazilet Neşriyat)

nasihat.org

 
Yorum yapın

Yazan: 13/03/2011 in Diğer, Gündem

 

Etiketler: , , , ,

EY HEVES ATINA BİNEN!

Âyet-i Kerîme, meali: «Rabbimiz!Bize hidayet verdikten sonra kalbimizi saptırma; katından bize bir rahmet ihsan et!Şüphesiz ki,sen çok çok bağışlayansın.» (3/8).

Ey kardeş! Fakirlerle sohbetten bıkıp; zenginlerle sohbeti seçtin.Bu yaptığın ne kadar fenadır.Bugün gözün kapalı ise de, yarın açılacak;fakat o zaman pişmanlıktan başka ele bir şey geçmeyecektir.HaberIeşmeliyiz.

Ey heves atına binen! Senin durumun iki şeyden hâlî değildir.Zenginler,arasında gönlünü Allahü Teâlâ ile yapabilirsin veya yapamazsın.Yapabilirsen fenadır.Eğer yapamazsan daha fenadır.Yapabilirsen fenâ olur,dedik…Çünkü,bu bir istidraçtir. Böyle bir şeyden Allahü Teâlâ’ya sığınmak gerekir.Onlar arasında gönlünü Allahü Teâlâ’ya veremezsen daha fena olur,dedik.. Çünkü bu variyet şu âyet-i kerîme’nin şümulüne dahildir: «Dünya ve âhirette ziyan ettiler.» (Hac, 11)

Fakirler arasında çöpçülük yapmak, zenginlerle başköşede oturup kalkmaktan daha faziletlidir.Bu söz,senin yanında bugün makul olabilir veya olmayabilir.Ama âhirette,yakında sana mâlûm olacaktır. Lâkin bir şey ifade etmeyecektir.

Seni bu belâya lezzetli yemeklerin tadı ve güzel elbiseleri giymek arzusu itti.Şu anda fırsat elden gitmemiştir.İşin aslını düşünmek.Yüce Hakk’dan ayıran her şeyden, düşman olduğunu bilerek kaçmak gerekir. Allahü Teâlâ,Tegâbün Sûresi’nin 114’üncü âyetinde: «Zevcelerinizden ve çocuklarınızdan sizin için düşmanlar vardır;onlardan sakınınız,»buyurmuştur.Sohbet hukukuna riâyet etmek,bir kere olsun size nasihat etmemi iktizâ etti.Bununla âmel eder veya etmezsiniz…

(Mektûbât-ı İmam-ı Rabbânî,«K.S.» 1/132)

Fazilet Takvimi

 

 
Yorum yapın

Yazan: 13/03/2011 in Diğer

 

Etiketler: , , , , ,

Macar Gelin victoria kiminle evlenecek

Macar Gelin victoria kiminle evlenecek

Diziye 9. bölümde giren macar viktorya seneryoya göre hareme macar casus olarak gönderiliyor.

Macar kralı layoş intikam almak ve osmanlıyı durdurmak icin viktoryayı kullanmak istediği vurgulanıyor. Tabi seneryo gereği..

Anlaşılan o ki senaristler saraydan biri ile evlendirmeyi hedefliyor..

Belki de ilerde pargalı ibrahim ile aşk yaşayabilir!

hurrem.net

 
Yorum yapın

Yazan: 13/03/2011 in Genel

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü neden gizlendi?

Kanuni Sultan Süleyman Han (r.a.) ölümü ve ölümünün gizlenme nedenleri. 6-7 eylül 1566’da sabaha karşı vefat eden Kanuni Sultan Süleyman’ın cesedi tahtın altına gizlenmişti.

Kanuni Sultan Süleyman 1566 yılında hasta olduğu halde on üçüncü ve son seferi olan Zigetvar üzerine sefere çıktı. Bu sırada yetmiş üç yaşındaydı ve hükümdarlığının kırk altıncı yılındaydı. Zigetvar şehri etrafı surlarla ve nehirle çevrili üç kısımdan oluşuyordu. Bu yüzden hemen netice alınamadı. Kuşatmanın son gününe yaklaşıldığında hastalığı iyice artan hükümdar 6-7 eylül 1566 gecesi sabaha doğru vefat etti.

Hükümdarın vefatının ertesi günü Zigetvar alındı ancak yine de durum çok tehlikeli bir hal arz ediyordu. Düşmanın ve yeniçerilerin bu durumu öğrenmesi çok vahim sonuçlar ortaya çıkarabilirdi. Düşmanın öğrenmesi bu durumdan yararlanma ihtimalini arttırır, yeniçeriler ise üzüntü ile kontrol edilemez bir kalabalığa dönüşebilirlerdi. Sokullu Mehmet Paşa bu konuda bütün siyasi dehasını kullandı. Padişahın ölümü vezirlerde dahil herkesten gizlendi. Ölümü sadece padişahın yakınında bulunan kişiler biliyorlardı.

Sokullu Mehmet Paşa ilk olarak Kütahya sancakbeyi şehzade Selim’e haber gönderdi. Haberi götüren Hasan Çavuş, Halep beylerbeyliğine tayin olunan bir paşaya tebliğe gittiğini, giderken de şehzade Selim’e fethi müjdeleyen mektubu vereceğini zannediyordu.

Sokullu Mehmet Paşa diğer taraftan yazısı padişahın yazısına çok benzeyen silahdar Cafer Ağa’ya padişahın ağzından hatt-ı hümayunlar yazdırıyordu. Bu arada padişahın cenazesini otağ-ı hümayun içerisinde yıkattı ve padişahın ölümünü bilen on iki kişiyle cenaze namazını kılındı. Padişahın iç organları çıkarılıp oraya defnedilmiş(daha sonra oraya da ayrıca bir türbe yapılacaktır) cesedi ise mumyalanıp tabuta konularak tahtın altına gizlenmiştir. Sonradan durumdan vezirlerde haberdar edildi. Fethin ertesi günü ise fetih şenlikleri düzenlendi. Hatta padişahın cuma namazını Zigetvar şehrinin camiye çevrilen kilisesinde kılacağı duyuruldu. Cuma günü ise hükümdarın rahatsızlığının arttığı dolayısı ile namaza katılamayacağı ilan edildi.

Padişahın öldüğüne dair söylentileri kesmek için ertesi gün divan toplantısı yapılacağı ilan edilerek söylentilerin önü kesildi. Ertesi gün söylenildiği gibi divan toplantısı yapıldı. Fakat divanda konuşulan konu askerin bu durumu öğrenmemesi için neler yapılabileceği idi. Yeniçeri ağası otağ-ı hümayuna gidip padişahla görüşmüş gibi yaparak yeniçerileri kalenin tamir işi için görevlendirdi. Bir kısım askerlerde civar küçük kalelerin fethine gönderilerek karargahın etrafından askerler uzaklaştırılmaya çalışılmıştır.

Ancak her geçen gün şüpheler artıyordu. Nihayet kırk üç gün sonra şehzade Selim’in Belgrat’a geldiği haberi alındı ve ordu Belgrat’a doğru hareket ettirildi. Bu arada padişahın ölümü hala gizleniyordu. Padişaha benzeyen hizmetlilerden birisi hasta görünümünde padişahın arabasına bindirilmişti.Bu kişi sağa sola selam vererek durumu idare ediyordu. Padişahı iyi seçemeseler de askerler padişahın sağ olduğuna iyice kanaat ettiler. Sokullu Mehmet Paşa’da ara sıra padişahın yanına sokularak güya bir şeyler arz ediyordu.

Tehlike bölgesi geçilip Belgrat’a iyice yaklaşılınca Sokullu Mehmet Paşa hafızlardan Kur’an okumaya başlamalarını istedi. Askerler birden bire donup kaldılar. Kırk altı yıldır başlarında olan hükümdarın ölmesi onları şoka sokmuştu. Sokullu Mehmet Paşa’nın askeri teskin edici konuşması ile kendilerine geldiler ve gözyaşları içerisinde tekrar yola koyuldular.

Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü dahiyane bir şekilde kırk sekiz gün gizlenmiş böylece ortaya çıkabilecek vahim sonuçların önüne geçilmiştir

hurrem.net

 
Yorum yapın

Yazan: 13/03/2011 in Genel

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , ,

31 MART VAK’ASI

Rumî 31 MART 1324, Miladî 13 Nisan 1909’da başlayan ve 12 gün devam eden hâdiseler, sebep ve neticeleri bakımından çok büyük ehemmiyet arzetmektedir. Hâdiselerin kimler tarafından kışkırtıldığını, bu gelişmelerden hangi kesimin daha ziyade menfaat temin ettiğini tesbit etmek, mevzuu daha iyi anlayabilmek için en mühim unsurlardır.
Bilindiği üzere Sultan II. Abdülhamid Han, büyük devletlerin Osmanlı Devleti üzerindeki yıkıcı ve bölücü faaliyetlerini büyük ölçüde neticesiz bırakmış, bu sebepten dolayı onların düşmanlığını kazanmıştı. Daha Temmuz 1908’de Meşrutiyet ilan edildiği sırada Jön Türkler Abdülhamid Hân’ın hal’ini düşünmüş, fakat zemin müsait olmadığı için meriyete (yürürlüğe) konulamamıştır. Bu yüzden Abdülhamid Hân’ı devirebilmek için fırsat kolluyorlar ve planlarını adım adım faaliyete sokuyorlardı.. Yeni mşerutiyet ilan edilince, yeni hükümetin ilk kabinesini İngiliz taraftarı Kâmil Paşa kurdu. Bu yüzden hükümet Jön Türkler’in Alman yanlısı kanadı’olan İttihat-Terakkî (İT)’nin baskısı altında idi. İttihatçılar’a karşı ise Sadrazam Kâmil Paşa direniyor ve İngiliz taraftarı Jön Türkler tarafından da destekleniyordu. Haliyle bu muhâlif iki tezin (görüşün) müdafii durumunda olan gazeteler de devreye çoktan girmişlerdi. Diğer yandan Kâmil Paşa’ya karşılık, Alman yanlısı Jön Türkler ise Hüseyin Hilmi Paşa etrafında kenetlenmişlerdi. Sadrazam Kâmil Paşa ile. İttihatçılar arasındaki en büyük ihtilaf ye çekişme, onun, İttihatçılar‘ın Selanik’ten gönderdikleri Avcı Taburları’nı geri gönderme teşebbüsleri üzerine olmuştu. Bu taburlar, devamlı iç politikaya karışarak hükümeti rahatsız ediyorlardı. Zaten bu taburların çoğu İT üyesi idi. Bütün bu çekişmeler neticesinde Kâmil Paşa hedef durumuna geldi ve çok geçmeden İttihatçılar tarafından 13 Şubat 1909’da Mecliste güvensizlik oyu verilerek ve kendisini müdâfaa fırsatı dahi tanınmadan hükümetten tasfiye edildi. Kâmil Paşa düşürülünce, Almancı kanada mensup Hüseyin Hilmi Paşa işbaşına getirildi.

Bütün bu gelişmelerin ardından İngiliz ve Alman taraftarları birbirlerini tasfiye etmek ve Abdülhamid Hân’ıharcamak için kesif (yoğun) bir faaliyet içerisine girdiler. İngi-lizler’in finanse ettiği basın Alman kanada hücum ederken, Alman kanadın müdafii gazeteler de boş durmuyorlardı. Bu hâdiseler cereyan ederken, Berlin Askerî ataşemiz Enver Bey; Berlin, Selanik ve İstanbul arasında mekik dokumakta ve Selanik’in tertipleyeceği düzmece bir karşı devrim hareketini bahane ederek bir darbe hazırlamaktadır. Yeni rejimin, emniyetini temin etmek maksadıyla Makedonya’dan İstanbul’a getirilen Üç Avcı Taburu kullanılacaktır. “Berlin Planı” denilen bu teze göre, Alman kanadına mensup subaylar düzmece bahaneler uydurarak devlete karşı darbe teşebbüsünde bulunacaklardır. Bu darbe teşebbüsü bahane edilerek, Mahmut Şevket Paşa komutasındaki bir ordu İstanbul’da iktidara el koyup, Alman taraftarı İttihatçılar‘ı iş başına getireceklerdi.
Bütün bunlar işin sadece bir kısmıydı. Bu planın en mühim kısmı ise, ihtilâl için gerekli alt yapıyı meydana getirmekti. Bunun için önce suikastlar gündeme geldi ve Mâhir Paşa, ardından gazeteci Hasan Fehmi vurularak öldürüldü. Bilhassa bu ikinci cinâyet büyük reaksiyon gördü ve talebeler, “Adâlet isteriz” diyerek büyük bir miting düzenledi. Daha sonra orduda ve devlet dairelerinde büyük çaplı tasfiye ve kadrolaşma faaliyetleri müşâhede edildi, ittihatçı genç subaylar, birliklerinde din aleyhtarı konuşmalar yapıyor ve askerlerin namaz kılmalarına izin vermiyorlardı. Bilhassa askerlerin basına yazdrığı mektuplar dikkat çekiyor ve efkâr-ı umumiye tekevvün ettirilmeye çalışılıyordu. Bu yüzden isyanı başlatanlar, İttihatçı subayların emrindeki Avcı Tabudan olmuştur.
Yine 31 Mart yaklaşırken bazı şapkalı şahısların duvarlara beyannameler yapıştırdıkları görüldü. Ayasofya Camii kürsüsünde va’z eden Mehmet Efendi, silah çeken birisi tarafından kürsüden indirildi. Mektepli ve alaylı subay meselesi gazetelerde ele alınarak işlenmeye başlandı.

Bu hâdise orduda huzursuzluk meydana getiriyordu. Gazetelerde ayaklanma olacağına dair çıkan haberler artmaya başladı. İşte boyle bir atmosferde hızla 31 Mart’a doğru yol alındı. İsterseniz senaryonun bundan sonraki kısmını kronolojik olarak (hâdiseleri zaman sırasına göre sıralayarak) seyredelim…
31 Mart: Avcı Taburları ile bir kısım birliklerdeki askerler, gece yarısından sonra Ayasofya’da Meclis’in önüne gelerek ve “Şerîat isteriz” diyerek isyanı başlattılar. Gündüz, Adliye nâzırı Nâzım Paşa ile mebuslardan Arslan. Bey öldürüldü. Âsîler, İttihat-Terakkî’nin yayın organı Şûrâ-yı Ümmet gazetesini bastılar. Bütün yayın organları, asîlerin hareketini alkışlıyordu.
3 Nisan: Hareket Ordusu‘nun ilk birlikleri Selanik’ten hareket ettiler.
4 Nisan: İstanbul sokaklarında silahlı fakat şaşkın askerler dolaşıyor, isyanın lideri yok. Sultan Abdülhamid Hân’ın ve ona bağlı yüzlerce paşadan hiçbirinin hâdiselere karıştığı veya yardım ettiği görülmüyor.
10 Nisan: Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu İstanbul’a girdi.
12 Nisan: İstanbul’da örfî idare (sıkıyönetim) ilan edildi.
14 Nisan: İT’ciler tarafından yazılan uyduruk bir fetvâ ve Meclis’in kararıyla Sultan Abdülhamid Han tahtından indirilip Sultan Reşad tahta çıkarıldı. Abdülhamid Han, gece ailesi ile birlikte Selanik’e sürüldü.
Netice itibariyle diyebiliriz ki:
Bu senaryoyu planlayanlar ve onların kuklaları istediklerini elde ettiler. Fakat elde edilen bu netice devletin ve milletin menfaatine olmadığı gibi, bu hâdisenin akabinde Osmanlı Deyleti’nde toprak kayıplarının ve isyanlann ardı arkası da kesilmedi.

 

 
Yorum yapın

Yazan: 11/03/2011 in Genel

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

ABDÜLHAMİD HAN’IN ŞAHSİ EŞYALARI

Bir zamanlar donanmasının yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yaptırabilecek kadar güçlü olan Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakki Partisi Hükümeti zamanında meğer öylesine sıkıntılı bir döneme girmiş ki; donanmasına yeni harp gemileri, denizaltı, torpido ve top alabilmek için, Sultan Abdülhamid Hân (rh.)’ın şahsına ait mücevher koleksiyonunu 1911 yılında Paris’te bir otelde, açık arttırmayla satmak zorunda kalmış.
‘Meclis-i Ayan Riyaseti” başlıklı bir kağıtta yazılı olan belge şöyledir:

Altında; Maliye Nâzırı, Sadrazam ve S. Mehmed Reşad’ın imzaları bulunan ve Sultan Abdülhamld Hân’ in el konulup, Osmanlı Bankası’nda korunan mücevherlerinin, Osmanlı Donanması Cemiyeti yararına hü-kümetin kontrolü ve mes’ûliyeti altında satılması hakkındaki bu ‘kanun’, 20 Mart 1327 (M. 1911) tarihini taşıyor. O günkü Fransız gazetelerinden yayınını bugün Le Monde adıyla devam ettiren Le Temps ga-zetesi, hâdiseyi şöyle değerlendiriyor:
Osmanlı Devletinin yeni idarecileri, düşürdükleri padişahın mücevherlerini satarak, problemleri ve mes’uliyeti altında ezildikleri devletlerini ayakta tutmaya çalışıyorlar. Akdeniz’de devam eden Türk-İtalyan muharebesi, Türklerin aleyhine değişmekedir. Türkler, bu mücevherlerin satışından temin edecekleri parlarla, yeni harp gemileri, bir denizaltı, çeşitli sayıda torpido ve top satın alacaklardır. Harbin aleyhlerine gidişini, Türkler, bu mücevherlerin parasıyla satın alacakları gemi ve silâhlarla durdurabileceklerine inanmaktadırlar;”

Bahismevzuu mücevherlerin sür’atle satılıp nakde çevrilebilmesi için, İttihat Terakki Hükümeti’nin Maliye Nâzırı Nâil Bey, Fransız Konsolosluğu’na gidip, Fransa’dan davet edilen mücevher uzmanı Robert Linzeler He Türkçe ve Fransızca olarak hazırlanan bir anlaşmayı karşılıklı imzaladılar. Anlaşmanın onuncu , ve sonuncu maddesine göre; satışlar sonunda sağla-nan miktar, bir önceki maddede sözü edilen yüzde 3’lük komisyon düşüldükten sonra, satıştan resmen mes’ul olan ‘Commissaire Priseur’ tarafından, Paristeki Osmanlı Bankası’na teslim edilecektir. Ancak, yapılan araştırmalarda, satışlardan elde edilen 6 milyon 768 bin 359 frank’ın, belirtilen hesaba yatırılmadığı tesbit ediliyor. Satış raporu ve satış hesaplarının yer aldığı zabıtlar dikkatle incelendiğinde, ortaya büyük bir ‘tarihî soru işareti’ çıkıyor.

Osmanlı Hükümeti adına, Maliye Nâzırı Nâil Beyle karşılıklı imzaladığı anlaşmaya göre, satışlardan sağlanan toplam gelirin sadece yüzde üçünü alması gereken Robert Linzeler’in, toplam gelirin tamamını aldığı anlaşılıyor. Bu hususu araştıran Fransız ya-zar Vivet Kaneti şöyle diyor:

“Osmanlı Hükümeti ile imzalanan anlaşmanın onuncu maddesine göre, bu satıştan elde edilen paranın, Linzeler’in komisyonu kesildikten sonra, resmî yetkili bir kişi olan Commissaire Prisuer Lair Dubreiul tarafından, Osmanlı Bankası’na yatırılması gerekmektedir. Oysa satıştan sonra kaleme alınan elimizdeki hukuki belgede, bu paranın Osmanlı Bankası’na yatırıldığına dair en ufak bir iz yok. Buna karşılık, satıştan elde edilen paranın tamamının, 20 Ocak 1912 Cumartesi günü, mücevher uzmanı Mösyö Linzeler’e, kendi komisyonuyla birlikte teslim edildiğini görüyoruz. Belgenin altında dört imza var: Linzeler’in, Lair Oubreiul ve şahit iki commissaire prisuer’in imzaları… Bu belgeye göre, mücevherlerin satışından sağlanan para, Osmanlı Bankası’na yatırılmamış, Robert Linzeier’e verilmiştir. Bu parayı onun ne yaptığı mevzuunda ise, elimizde hiçbir belge yok.”

İttihat ve Terakki Hükûmeti, savaştaki donanmasına gemi alabilmek için padişahın mücevherlerine el koyup satmasının yanısıra bir de,bu satıştan elde edilen paranın neden gönderilmediğinin peşini bile tâkip edememiş, hesabını soramamıştır. Daha da acı ve bir o kadar da acıklı olanı ise, sadece bu satış değil, bu satış sonrası sağlanan paranın üzerine,’bir bardak soğuk su içilmesi’ hâdisesi de, bu güne kadar Türk Milletinin bilgisinden ustalıkla saklanmış olmasıdır.

(Kaynak: Mete Akyol, Star dergisi, 9-16 Ocak 1994, Sayı: 117-113)

www.ittihat.com

 
Yorum yapın

Yazan: 11/03/2011 in Genel

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , ,